Cumartesi, Ocak 24, 2009

Hayatta hatalar yoktur; tercihler vardır!

Geçen gün bir gazetede ekonomi yorumu okurken, şunu tekrar sorguladım: "Acaba anlatılan fikir, yazılan yorum çeşitli 'pozisyonları' içeriyor olabilir mi?"

Tabii ki ideolojik, hayat tarzına yakın, inançla, sabit fikirlerle, işkembeden sallayan yazılara tanık oluyoruz. Ama manipülasyan içeren yazıların yazarları yok mudur? Veya daha da öteye götürelim: ilgili otorite tarafından 'işlem yasaklısı' olarak savcılığa suç duyurusunda bulunulan yazarlarımız var mıdır? Ben olduğunu biliyorum. Ama söylemem. Hala da görev başındadırlar...

Bugünkü programımızı Çetin Altan'n yazdığı bir fıkra ile bitiriyoruz sevgili okurlarımız:

Genç bir erkek, yakın bir arkadaşına rastlamış ve akıl danışmaya kalkmış ondan:- "Tam bir çıkmazın içine düştüm" demiş. "Çok güzel ve çok genç bir kızla, aynı zamanda zengin mi zengin yaşlı bir kadınla tanıştım. İkisi de evlenmeye yatkın benimle. Ne var ki güzel ve genç kızın meteliği yok, çok zor durumda, ne yapacağımı bilemiyorum".

Arkadaşı:- "Bak dinle", demiş; "hiç tereddüt etme, senin gibi genç bir erkek için güzellik, gençlik, aşk önemlidir. Ben senin yerinde olsam, yaşlı kadının zenginliğine bakmam; yoksul bile olsa, hayatımı hemen o güzel kızla birleştiririm".

Tam bir çıkmazın içine düştüğünden yakınan genç:- "Çok haklısın", demiş; "hemen senin söylediğin gibi yapacağım. Çok büyük bir mutluluk, insanın senin gibi dostlarının olması".

Arkadaş:- "Hiç teşekkür etme bana" demiş; "ben içimden geçenleri söyledim. Bu arada şayet o genç kızla evlenirsen; bana da belki yaşlı kadının adresini verebilirsin."

Genelevdeki bakire...

Türkiye'de özel sektörün uğraştığı işler, daha doğrusu kamuoyuna çıktıklarında söyledikleri sözler, Türkiye'nin OECD ülkeleri içinde PISA testi sıralamasıyla uyumludur.
Malum PISA testi: Okuma, matematik bilgisi ve becerisini, kişinin bilime yaklaşımını ölçen bir test. Türkiye ise bu sıralamada sondan ikincidir. Bunun anlamı: Zırcahiliz!
PISA ile ilgili detaylı ekonomi köşe yazılarına buradan ya da şuradan ulaşabilirsiniz
Konumuza dönelim...
Meşhur 'sicil affı' yasalaştı. Bakın sanayiciler bu girişimi nasıl karşılamışlar: şuradan okuyabilirsiniz.
Meseleye dönelim.
Aklı başında ve bu işlere vakıf biri, sicil affının içi fos ve 'dostlar alışverişte görsün' yasası olduğunu bilir.
1. Krediyi kullandık. Ama faiz ve anapara ödemelerini yapmadık. Geciktirdik. Bizim borcumuzu ödememe halimiz, krediyi kullandığımız banka tarafından Merkez Bankası'ndaki Risk Merkezi’ne bildiriliyor.
2. Merkez Bankası, bizim durumumuzda olan kişi ya da kurumlara ait bilgileri diğer bankalara bildiriyor.
3. Kullandığımız kredinin ödemelerini yapmayan bizim gibi kişiler, daha sonra kredi borçlarını tamamen ödeseler bile, bankalar bu kayıtları 3 yıl tutmaya devam ediyor. Ancak, borcun ödendiği bilgisi de yine diğer bankalara ulaşıyor.
4. Merkez Bankası’nın fonksyonu, bilgi trafiğini yönetmek. Yani toplama ve dağıtma merkezi olmak.
5. Gelen ve giden tüm bilgiler, bankalardan bankalara olduğundan, bilgilerin nihai olarak tutulduğu yer, tek tek her bankanın kredi risk birimleridir.
6. Merkez Bankası kendi elindeki ‘kötü sicil’ bilgilerinin tamamını silse bile, bu bilgiler bankalarda duruyor olacak.
7. Yasa çıktı: Merkez bankası bu kayıtları silecek.
8. Ama bankalara kimse birşey diyemez.
9. Bankalar, hiçbir kredisini batırmak için kredi tahsisi yapmaz. Bu 'sabıka' bilgilerini tutacaklardır.
10. Bankaya başvuran ama eskiden 'sabıkası' olan birine, sadece şu söylenecektir; "krediniz onaylanmadı"!
11. Dolaysıyla bu yasa işe yaramaz. Meclis'in mesaisi boşa harcanmış, safiyane vatandaş kandırılmaktadır.
12. Bu yasa iyidir, işe yarar demek de Hükümete hoş görünme çabasından (Bakan Çağlayan'a) başka birşey değildir.

Sonradan ilave not: Bu yasanın savunucusu Bakan Çağlayan'ın sözlerini okumanızı tavsiye ediyorum. Bu yasanın çalışmayacağı ve 'işin Allaha kaldığı' ne kadar belli.

Cuma, Ocak 23, 2009

"Serbest şehit ekonomisi..."


Türk toplumunun milliyetçiliği, muhafazakarlığı, şanlı geçmişiyle övünmesi...peh...hikaye anlatmayın bana.
Yurt savunması, Çanakkale savaşı desem? Orada yaşamlarını kaybeden binlerce Anadolu gencinin mezarları desem? 'Şehit' demiyorum, çünkü utanıyorum. Neden? Üzerinde gezdirilen iş makinaları ve kepçelerle mezarlarının altüst edilmelerinden, saygısızlık yapılmasından...
NTV Tarih dergisi Ocak ayında ilk sayısını çıkardı. Dergi çok güzel. Tarih ve mekan ilişkisi çok güzel kurulmuş. Propogandist ya da sıkıcı tarih dergilerinden değil.
Derginin yayın yönetmeni Gürsel Göncü, Çanakkale'deki muharebe alanlarına yapılan saygısızlığı (İngilizler, Avustralyalılar ya da Yeni Zelendalılar değil, biz Türkler yapıyoruz) çok güzel anlatıyor.

"...son beş yılda, ANZAC Koyu'nun fiilen ortdan kaldırılması, ilk hat Türk siperleri üzerine otopark inşa edilmesi, muharebe alanlarından geçen yolların genişletilip asfaltlanması (daha çok otobüs, daha çok insan, daha çok para...) restorasyon adı altında orijinal muharebe anı ve izlerinin silinmesi (Ertuğrul Tabya), yanlış ve eksik levhalandırma, dev bayrak dikimleri, yıldönümlerinde gülünç tarihi canlandırmalar, trilyonlara mal olan ve kısa sürede foslayan projeler (rüzgarda mahvolan 'her şehide bir gül'ler, parçaları insanların kafasına düşen Şehitler Abidesi'nin tavanına 'mozaik bayrak', duvarda boyası dökülen şehit isimleri) yapma, Kilya Köyü girişinde fiilen yemekhane-ticarethaneye dönüştürülen tanıtım merkezi açma gibi işlere imza attılar."
Çanakkale muharebe alanları ile ilgili çalışmaları ve rehber kitabı bulunan Gürsel Göncü, "bir anma alanından çıkarılıp, 'serbest şehit ekonomisi alanına' ve müteahhit cennetine çevrilen tarihi muharebe alanları, bu yıl da yeni ilan edilen 'tesislerde' tarihi nutukları atacak devlet büyüklerini ağırlayacak." diyerek bitirmiş haberini...


Çarşamba, Ocak 21, 2009

"Hayat zaten bir dans..."

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrunisa Gül, 4 Ocak 2009 günü Kanal D'de Güneri Civaoğlu'nun hazırladığı Şeffaf Oda adlı programa katılmışlardı.
Soru:" Dans eder misiniz?" idi.
Yanıt:"Hayat zaten bir dans" olmuştu! Yani geçiştirme!
Örneğin böyle bir durumda bana sorsalardı, "hayır etmiyoruz" diyebilirdim. Nesi ayıp bunun?
Yani hem muhafazakarsınız, hem de bunu pek ortalığa vermekten kaçınıyormuşsunuz gibi davranmak ne kadar doğru?
Dans edersiniz ya da etmezsiniz. Bu tercihtir. Kimsenin diyecek birşeyi olamaz. Ya da 'size ne?' dersiniz. Ya da, hiç söyleşi ve dolayısyla soru da kabul etmezsiniz.
Ama hem bu işlere soyunayım, hem de 'teğet geçeyim' olmuyor...

Neyse, bugünkü 'programımızı' dün görevi devralan Barack Obama ve eşi Michelle'in dans görüntüsü ile bitiriyoruz.
Fotoğraf: AP

Salı, Ocak 20, 2009

Bu nasıl bir zihniyet? Ya da sırnaşıklık?

Hikaye şöyle başlıyor: Bir bankanın müşterisi, bu bankadan aldığı kredi kartı için kendisinden tahsil edilen kart ücretinin iptali için Tüketici Sorunları Hakem Heyetine başvuruyor...
Olay daha sonra şöyle gelişiyor...
Heyet, müşterinin kabaca 50 TL'lik kredi kartı kullanım ücretinin iptaline karar veriyor.
Banka ne yapıyor?
Kararın ardından, müşterinin kredi kartını iptal ediyor.
İptal gerekçesi müşteriye şöyle anlatılıyor: "Karara itiraz edilmesi için yapılacak masraf iade edilmesi gereken kart bedeli tutarından fazla olduğundan, karara itiraz edilmeyerek, ilgili tutar kredi kartınıza iade edilmiştir. Tüm kredi kartı müşterilerimizin kredi kartı yıllık ücreti tahsil edilirken, bu hizmetlerin size ücretsiz verilmesi müşteriler arasında ayrımcılık yapma sonucunu doğuracaktır ki, bu da bankamız açısından kabul edilemez. Kredi kartınız iptal edilerek kullanıma kapatılmıştır".
Müşteri ne mi yapıyor? Ben okuduğumda gözlerime (pişkinliğe) inanamadım: Müşteri, tazminat davası açıyor!
Onun da gerekçesi şöyle:
Müvekkil, davalı bankanın uzun süredir müşterisi olarak bankacılık enstrümanlarını kullanmaktadır. Müvekkilin 50 TL gibi fahiş bir kart ücreti ödemesini gerektirecek bir sözleşme mevcut olmadığı gibi, davalı şirket müvekkile kart üstüne kart göndererek (sözleşmesiz olarak) aynı limite tabi farklı kartlardan ücret almak çabasına girmiştir. Davalı banka müvekkili yargıya başvurduğu için cezalandırma yoluna gitmiştir. Davalı bankanın bu keyfi hareketi müvekkilin elem ve ızdırap çekmesine sebep olmuştur. Kamusal hizmet veren davalı bankanın bir ilam sebebiyle müvekkili cezalandırması kabul edilemez niteliktedir."
Nasıl ama?
Müşterinin ve dahi sokakta çok sayıda bulabileceğiniz insanın zihinsel yapısı şöyle görünüyor:
1. Banka kamusal hizmet verir.
2. Banka sözleşmesiz gönderirse sormam, kartı kullanırım, ek kart dahi çıkarırım.
3. Banka bana dönüp bundan yıllık kullanım ücreti isterse çamura yatarım.
4. Çamura yattığım gibi kredi kartını da kullanmaya devam ederim.
5. Kartı iptal mi etti? Hemen dava açar itiraz ederim. Ne cüret yahu? Böyle elem böyle ceza mı olur?
Bu örnek bakış açısı her alanda çoğaltılabilir.
"Devlet ve dahi bankalar, vatandaşa ve şirketlere kredi vermek, cebine para koymak zorundadır. Vermezlerse bağırır çağırır ortalığı birbirine katarız.
İşin içine, milliyetçilik ve vatanseverlik baharatı da katarız."
Utanmaz, arsız ve sırnaşık bir toplum olma yolundayız. Siyasetçilerin her birkaç yılda çıkardıkları vergi affı, sigorta primi affı, sicil affı vb. gibi kararlarla: ticari ahlaksızlık normal, vergisini primini zamanında yatırmak enayilik oldu.
Toplumsal yaşamın içinde de bu adamlarla karşılaşmaktan utanıyorum.

Pazar, Ocak 18, 2009

Kim Olursan Gel...?

Evet, bu sözler Mevlana'ya ait.
Adamın biri (Olasılıkla Konya'dan) Yeni Zelenda gibi uzak bir diyara uzanıyor. Orada çalışıyor ve de bir kebapçı dükkanı açıyor. Adını da 'Mevlana Cafe' koyuyor.
Sonra birgün musevi (İsrailli) birileri dükkana adım atmaya kalkınca, bunları içeri almayıp 'Israil savaşı durdurana kadar, İsrailli girmez' diyerek kovuyor.
Hangi Mevlana? Hangi torun? Ama şu var ki, bunlar ırkçının daniskası.
Hani bizim konukseverliğimiz, hani bizim hoşgörülü insanımız, hani bizim Anadolu sıcaklığımız?
Hepsinin safsata olduğu çok açık değil mi?
Bundan iyi veciz bir durum komedisi olabilir mi?
'Mevlana Cafe'mış...Sen onu 'Irkçı kelle-paçacı' yap...
İsrail'i protesto etmek başka, bizim cahiller gibi ırkçılık sokağına sapmak başka...

Fazlası için: şurası

Çarşamba, Ocak 07, 2009

"Benim Yalnız ve Güzel Ülkem..."

Nuri Bilge Ceylan, geçen yıl Mayıs ayında Cannes'da Üç Maymun filminden dolayı 'En iyi yönetmen' ödülünü alırken, şu sözleri söylemişti;
"Benim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" !

Önceki ay, Berlin'deki Pergamon Museum'u gezerken, Bergama'dan Berlin'e 'taşınan' Zeus Sunağı'na bakarak hüzünlendim; anımsadığım ve içimden geçen sözler de buydu...

Sunağın 'çalındığını' çok açıkça söyleyemiyoruz: Çünkü sunağın Türkiye'den Almanya'ya taşınmasına zemin hazırlayan anlaşmayı imzalayan kişi dönemin padişahıdır!

Bu sunağın yurtdışına 'yürümesinin' öyküsünü çeşitli kaynaklarda okuyabilirsiniz. Özellikle, Kültür Bakanlığı ve Yapı Kredi Yayınlarından çıkan "Yitik Mirasın Dönüş Öyküsü" adlı kitaptan.

Bu kitapta 'dönemeyen mirasın' da öyküsü var tabii ki.

Bu sahipsizlik ve yalnızlık, yoksulluk çok iç acıtıcı doğrusu.

Berlin'deki müzeler adasının en ihtişamlı bölümlerinden biri; işte bizim yalnız ve güzel ülkemizin eşsiz coğrafyasında yer alan bir tarihsel anıtın...

Salı, Ocak 06, 2009

Konuşma yazarı olmak ciddi bir iştir...

Başbakanlık Basın Sözcüsü Akif Beki bugün görevinden ayrıldı.

Bununla ilgili detayları merak edenler gazetelerden ya da internet sitelerinden okuyabilirler.
Bizim dikkat çekmek istediğimiz; yaklaşık 3.5 yıldan beri bu görevde olan Beki'nin, Başbakan Erdoğan'ın konuşma metinlerinin de yazarı ve denetleyicisi olması.
Çoğu zaman bu satırlarda eleştirerek dikkat çekmiştik, ülkenin Başbakanına çok temel hatalar yaptıran konuşma metinleri yazıldı şimdiye kadar. Ekonomi konusunda da, "1923'den bu yana 79 yılda 200 milyar dolarlık bir ekonomiye gelmişken, biz iktidara gelince 2007 itibariyle 600 milyar dolarlık bir ekonomi yaptık" gibi sözler de bu konuşma yazarlığı vizyonundan çıkmıştı.
Hamasi konuşmalar yazmak kolaydır, zira resmi tarih ideolojisi ile yetişen bir kuşaktan bahsediyoruz.
Bakalım şimdi Ankara'da nasıl bir 'vizyon' gelişecek? İyiye doğru mu? Kötüye doğru mu?

Not: Obama'nın konuşma yazarlarına ilişkin örnek de bir sonraki yazımızda yer alacak.

Pazar, Aralık 14, 2008

Mehmet'in anlayamadığı neymiş?


Eyüp Can Hürriyet'e yazmış...(Bayram nedeniyle Referans çıkmayınca tabii, haberin elde 'patlamaması' için olmalı)

Konu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek.

Bakan Şimşek, uzun bir süre eleştiri yağmuruna tutuluyordu. Teknisyen niteliği olan bir kişi idi.
Kendisinin bu noktaya gelmiş olması da bir başarı öyküsü idi. Ama iş siyasete gelince, o teknik adamın, gereğini yapmasını bekliyorsunuz. Neyse, hepimizin bildiği gibi Mehmet yapamadı.

Eyüp Can'ın yazısından anlaşılıyor ki; Mehmet, kendini ifade etmek istemiş. Bildiğimiz kadarıyla bu yazıda ifade edilenler tekzip edilmedi. Görünmeyen kaynak olarak aslında 'Mehmetin dediği' şu; "Ben aslında iyi biriyim. Siyasete girdik. Ama işler tekniği bilmekle olmuyormuş. Başbakan'ın kafasında başka öncelikler varmış. Ben gerekeni söyledim, uyardım, ama fırça yedim, 'Meselenin bir de siyasi boyutu var Mehmet. Sen siyasetten anlamazsın' denildi"....
Tamam da, kime ne yararı var?
Bu kadar zaman boşa gitti.
Biz de soralım o zaman Mehmet'e; istifa müessesesi diye bir şey var Mehmet. Hiç duymuş muydun?
Bir başarı öyküsü nasıl böyle heder edildi?
Biz de anlayamadık, sen anladın mı Mehmet?

Cuma, Aralık 05, 2008

Sözün de yetersiz kaldığı enstantaneler vardır...







Çin'in önemli birçok yerini dolaştım. Ama içimde ukde kalan bir şey vardı; Xian (Şian) kentinde bulunan 'Terracotta savaşçıları'nı görmek...
(fotoğrafı büyütmek için üzerine tıklayınız)

Öyküsü şöyle; 1974'de bir çiftçi artezyen kuyusu açarken tesadüfen kilden yapılmış bir ordunun ilk parçalarını bulur. Çin'in ilk imparatoru Qin Shi Huang'ın ölümünden sonra (MÖ 210) onu koruması için kilden askerler, atlar ve silahlar yapılmıştır. Sayısı da 10 bini bulur. 2200 Yıl toprak altında bulunan bu kilden ordu günyüzü ile tanışır. Muhteşem bir şey...

İşte dün şu sitede aşağıdaki fotoğrafı gördüm; sözün yetersiz kaldığını düşündüm...

Perşembe, Aralık 04, 2008

Ticari zeka diye ben buna derim...

Neden bahsediyoruz?
Bir filmden. Bir Türk filminden: Issız Adam'dan bahsediyoruz.
Tabii ki işin sanat boyutu var; beğeniriz, beğenmeyiz. Ama nihai olarak gişe başarısına bakılmaz mı? Yapımcı ve yönetmen ne ile ilgilenir? Tabii ki gişe başarısı...
Issız Adam, 1 milyon seyirciye koşuyor...
Peki bu başarı nasıl yakalanabiliyor?
Bu işi küçümsediğimiz, basit bir ticari mantık yürütüldüğünü iddia ettiğimiz, dar bakışla analiz ettiğimiz akla gelmesin. Filmi izleyen biri olarak kapıldığımız hissiyat buydu, ne yapalım...
Filmin konusunu izleyenler biliyor. Bilmeyenler de başka yerden okur.
Filmin sonunda kadınların çoğunun ağladığına tanık oldum. Hissiz bir erkek olduğumu düşünmeyin, ben ağladım mı? Hayır. Hissiyatım şu idi; kentli kadınlar arasında (hatta kasabalarda bile) kalbi kırık olanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. "Kıymetim bilinmedi" biçiminde bir özete sahip duygular, gözyaşı olup damlıyordu tabii ki...
Kadınları etkileyecek, onları sinema salonlarına sokacak bir tema, ki bunun medya kanalıyla kamuoyuna iyi duyurulduğunu düşünüyorum, gişe başarısı olasılığını yükseltiyor.
Sadece bu film değil, sinemamızda 'kırık kalp' öyküleri her zaman satar. Şarkılar da...


Pazartesi, Aralık 01, 2008

ABD 'resmen' resesyonda...

Deniz Gökçe yazılarında ısrarla "ABD resesyon yaşamayacak" diye tutturmuştu. Hatta '12 yıl ABD'de yaşamış olmayı' da bu iddiasına önemli bir analiz gücü kattığını da düşünüyordu. Bu süreçte aklı başında ve soğukkanlı bir iktisatçı olarak gördüğümüz Osman Ulagay'a (Cumhuriyet'teki yazılarıyla hangimizin ekonomi nosyonunda katkısı yoktur acaba?) da dokundurmuştu. O da, "ben zamanı gelince sana yanıtımı vereceğim" tarzından bir yazı döktürmüştü. Öyle ya, NBER bu konuda tescil makamı idi. Onların açıklaması beklenmeliydi.
Bugün bu açıklama geldi.
ABD, 2007 son çeyrekten itibaren resesyonda imiş.
İyimserlik, kötümserlik ve gerçekçilik...
Kimseyi iyimserlik ya da kötümserlikle suçlamam.
Ama biri bana "gerçekçilikten uzaksın" deseydi, takkemi önüme alıp düşünürdüm...

Zartiki zirtov...

(Haberin içeriğini idrak etmek için, başlığımız hızlı biçimde ve içinizden tekrarlanmalıdır.)
Kriz bu, herşeye muktedir.
İşte şu habere bakılırsa, Malthus'un kemikleri sızlayacak bu gidişle...

Sendikasyonda 'yol ve hava' durumu

Küresel krizde ekim ayında dünyayı sarsan dalgalanmadan sonra ilk sendikasyon yenilemesi TEB tarafından yapıldı.
TEB, geçen yıl bir yıl vadeli olarak sağladığı 240 milyon EUR miktarındaki sendikasyonu, bu yıl yine bir yıl vade ile 140 milyon EUR ve 60 milyon USD (iki dilimli) olarak sağladığını ilan etti.
Yeniden çevirme oranı kabaca yüzde 80.
Bu sendikasyonda dikkatimi çekenler;
1. En başta, bu sendikasyonun BNP Paribas tarafından liderliğinin yapılmış olması. Yani bankanın uluslararası nitelikli sahibi yapmış. Bu yıl bunun iletişimi fazla yüksek tondan olmamış.
2. Maliyeti: geçen yıl Euribor+0.30 baz puanmış, bu yıl Euribor+yüzde 2 olmuş.
3. EUR cinsinden olarak bakılırsa, çevirme oranı yüzde 60.
4. Uluslararası sahipliğe sahip bir bankanın sendikasyon 'fotoğrafı' ve başarısı bu. Bunun anlamı, işler o kadar da kolay olmayacak demek.

Cuma, Kasım 28, 2008

Kıyma Kuyruğu?

Doğru görüyorsunuz. Kedi kuyruğundan değil, kıyma kuyruğundan bahsediyoruz.
Yıl 1978, enflasyonun patladığı yıl; Ankara'da Kızılay'da, o dönemler (belki şimdi de) 'gökdelen' olarak bilinen Emek İşhanı'nın altında Gima mağazası vardı. Cebeci'ye giden yola bakan tarafta yer alırdı. Bakanlıklara giden yola bakan tarafta ise 'Ankaralıların buluşma noktası' olan Kızılay Postanesi (PTT) yer alırdı.
Gima o yıllarda devlet işletmesidir. Orada, her öğlen mağaza kapanır, çalışanlar yemeğe giderdi. 13.30 gibi açılırdı. Market, Süper Market diye bilinen 'bakkal irileri' daha yoktu. O yüzden Gima 'eşsizdi'!
İşte bu Gima'nın bir özelliği de alt katta yer alan kasap reyonunda ucuza kıyma ve et satışının yapılmasıydı. Et Balık işletmesinden (bilmeyenle için not: Devlet işletmesiydi) gelen et ve kıymalar karton (yumurta kartonlarının dokusundan) kalıplar içinde satılırdı.
İşte bu et ve kıymalar 13.30'da satışa sunulur, 'kapanın elinde' kalırdı. O yüzden, 13.30'da mağaza kapısı açıldığında, reyona doğru 'tazı koşusu' gibi bir sahneye tanık olunurdu. Ben genç olduğumdan ilk sıraları kapardım tabii ki.
Bu 'tazı koşuları' tabii ki istenmeyen yaralanmalara, düşmelere, kavgalara yol açıyordu.
Bir defasında, Gima'nın kalın camdan yapılmış kapısı ve yan blok tuzla buz olmuştu. Kimse tındı mı derseniz? Hayır.
"Bu nereden aklına geldi yahu?" diyenlere de, şuradan aklıma geldi diyorum...
"İndirim sezonun ilk günü olması, mağaza çalışanları için çok yorucu geçmesi nedeniyle siyah cuma adı verilen günde, sabahın erken saatlerinde izdaham yaşandı. Long Island'taki Wal-Mart mağazasında 34 yaşındaki personel kapların açılmasıyla içeri girmeye çalışan yaklaşık 200 kişilik kalabalığın ayakları altında ezildi.
Sabah 5 sularında gerçekleşen olayda şahitler mağaza görevlisinin yere düştüğünün kalabalığın aldırış etmeden düşen adamın üzerine basarak içeri girdiklerini söylediler. Hastaneye yetiştirmeye çalışılan personel saat 6 sularında hayatını kaybetti."

Perşembe, Kasım 27, 2008

"Bekara karı boşamak..."

2002 Yılında Arjantin borçların üzerine yatınca, bizde de 'sol görünümlü' iktisatçılar "Biz de borçların üstüne yatalım, moratoryum ilan edip konsolidasyona gidelim" çığlıkları atmışlardı. Oysa 'kazın ayağı' öyle olmadı. Arjantin tarihinin en hızlı yoksullaşması ile yüz yüze geldi. Yoksulluk oranı hızla arttı.
Bana kimse bir-iki yıllık yüksek büyüme oranı gösterip, "baaak ne oldu" demesin. Çukura düşüp de 30 santim zıplasınız ne olacak ki?
İşte bizim 'sol görünümlü' iktisatçılarımızın son dönem 'ilahlarından' biri de Venezüela'nın lideri Chavez idi. "Helal olsun, nasıl da ABD'ye posta koyuyor" diye göğüs kabarmaları falan izledik.

Evet "ne oldum" değil, "ne olacağım" demeliymiş. Venezüela'daki geçen günkü seçimlerden sonra, bugün Soli Özel'in şu yazısı çok güzel bir derleme ve yorumlama içeriyor.

Çarşamba, Kasım 26, 2008

'Turk ish-i Democracy'

Guns N' Roses yeni albümü çıktı. Tabii hemen de 'aksiyon' geldi...
Şu haberi görünce, aklıma Türkiye geldi tabii ki. Herhangi bir kitabın ya da kasetin yasak olduğu günleri anımsadım. En 'tehlikeli' yasak kitap, ki bu hemen gözaltı demekti, Lenin'in 'Ne Yapmalı?' adlı kitabı idi. Bir de kürtçe türkülerin bulunduğu Şivan kasetleri (pek meraklısı değildim doğrusu)...

Kahvehanelerde saz çalıp türkü söyleyen insanların Türk Ceza Kanunu 142. maddeden (komünizm propogandası) zindanlara atılıp yargılandıkları dönemler...(Nereden biliyorum? Çok çok yakın akrabam sıkıyönetim savcısı idi!)

Şimdi özgürlük var (mı desek acaba?) !
Yasak kitap, kaset, film yok denilebilir...
Ama ya YouTube?
Ya özgürlük...
Ya 'Turkish Democracy' ?
İşte burada aklıma eskilerden bir şarkı geliveriyor: Erol Evgin söylüyor, "İşte öyle birşey..."!

'Chinese Democracy' albümüne ilişkin ilave yorumlar için: BKZ

Pazar, Kasım 23, 2008

Kuyudaki insan o kadar kördür ki, kendine atılan ipi bile göremez..!

Metin Münir'in yazılarını çok beğenirim. Onun yazıları 'mikro' nitelikli yazılardır. Merceği bir yere tutar ve çoğunlukla 'medeni' bir analiz yapar.
Norveç'e gitmiş ve yüksek öğrenime en az meraklı kesimin Somalililer ve Türkler olduğu gerçeği ile karşılaşmış. Yazısının sonu şöyle bitiyor:
"Kuyudaki insan bazen o kadar kördür ki kendisine atılan ipi bile görmez. Bazen cahillik böyle bir körlüktür. Cahilliğin sıfır noktasında değil eksisinde bulunulan bir cahilliktir bu. Kafada bilgiden çok bilgisizliğin, doğrudan fazla yanlışın bulunduğu bir durum.Kim bu insanları düşünüyor? Kim onları kurtaracak?"

Cuma, Kasım 21, 2008

"Ben ekonomiden anlamam ama..."

Böyle başlayıp, sonra da çok ciddi analizlere girişenlere tanık olmuşuzdur.
ABD'de kriz derinleşti mi? Hemen tüm siyasi analistler 'biz de biraz çakarız bu işlerden' minvalinden döktürüp, sonuçta 'koca çamları devirirler'!
İşte onlardan biri Taha Kıvanç. Ne diyor bugünkü yazısında? Şöyle diyor;
"Bazıları iş burada da kalmasın, bankacılık sektörünü de vursun istiyor... Ekonomi yazarlarının duayeni sayılan Güngör Uras, kaç kez, “Dünya bankaları sarsılıyor, ama bizim bankalar güvenli” diye yazdığı halde, bazıları, “Bizim bankalar da kötü durumda” hissini verecek haberleri yaymak için özel çaba sarf ediyorlar...
Çok büyük holdinglerden birinin 2000 ve 2001 ekonomik krizlerinden bile etkilenmemiş bankasının bir çırpıda bin çalışanını kapının önüne bıraktığı yalanını başka neden yazsınlar? Emin olun, ilk okuduğumda benim bile “Yalandır, inanma” refleksim çalışmadı, haberin doğru olabileceğini düşündüm... Bereket habere konu edilen banka borsada işlem görüyor da, yönetimi “Tam tersine, son 10,5 ay içerisinde kadromuza 1663 yeni katılım oldu”
açıklamasını yaptı.Açıklama yaptı da ne oldu? Yanlış bilgilerle ortamı kirletenler, bu defa aynı bankaya üst düzey yönetici dayanmadığını, üç genel müdür yardımcısının kısa aralarla istifa ettiğini yazmaya başladılar...
İllâ bir büyük banka iflâs etsin istiyorlar..."


Hiç araştırmadan böyle bir yazı yazılırsa, gerçek durumu kim anlatabilir ki? Şimdi çıkıp 'durum böyleyken böyle' diye yazan çıkar mı?
Ama ilgili banka açıklamayı yapıverdi kendiliğinden: Şurada!
Cehalet böyle mi elinde patlar insanın?



Perşembe, Kasım 20, 2008

"Davulcu osuruğu"


Geçmişte, merkez bankası faiz indirimi yapmıştı. Faiz indirimi 0.25 gibi bir oranda olmuştu. Merkez bankacı bir arkadaşımla konuyu konuşurken, "davulcu osuruğu gibi oldu ama" demişti. O da durumun farkındaydı ki, indirim yetersizdi.

Dünkü faiz indirimi de, "gerçekten faiz indirimi yapıldı mı bu ülkede?" hissi uyandırdı çoğumuzda.

Benim de aklıma bu 'davulcu osuruğu' geldi...